Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka II Yorum:Eser Gökay
ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına dedi ki: siz niye yoksunuz acaba bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından dedim ki, falan filan.. örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan ölüversem şuracıkta bakınca herkes orama burama derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.
yani kim yaşamış kendi adına vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey hani ne başlar ne biter hani ne vardır ne yoktur tanrısal bir harekettir din adamlarınca bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda herkes gibi bir şey niye olmalı bakınca işte şurdan şuraya masalar, masada yazı makinaları derim ki, niye olmalı bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları sürüngen parmakları çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız hayata bir şey demeyen bu garip adamları bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin yıllarca unutulmayan o kadın adlarını ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları bilmem ki niye yani masalar işte, masada yazı makinaları istemem, niye olmalı evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları bakımsız avluları avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları sonra gene upuzun kahveye çıkmaları öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde yaş masalar üstünde onların anlamadığı derim ki, niye olmalı niye olmalı bilmem şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları değişmez bakışları bir hüzün gibi değil, doğrusu değil hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları derim ki, niye olmalı şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana kadife ayakları bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları herkes gibi bir şey niye olmalı varken kendini bulmak, bulmalı hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek gelirim de sizlere, alınınca odaya şöyle bir köşeye oturuncaya kadarki o sıkıntıyı geçerek başlarım konuşmaya
derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi tıraş olmuştum ayrıca bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi ve nasıl yitirdim ben kendimi
durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi tıraş olmuştum ayrıca gömlekten söz açınca aklıma geldi ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna sevmiyorum ayaklarımı da yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum gözleri, göz bildiğim her şeyi yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar bir şehrin içinden geçen nehirler gibi sürüyüp götürüyorlar olanca pislikleri kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti bir sevişmeyi.. o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar hıh!. işte bunlar da kendi gözleri kızarmış aklarıyla kendi gözleri her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini kayboluyorlar bir bir öyle ki – ben diyelim – yeniden bulmak için onları yeniden bulmak için çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin.
o zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim ayaklarım da öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi takır da takır, takır da takır boyuna yürüyüp gidiyorum onlarla parklara gidiyorum üst üste niyetler çekmeye ihtiyar kumruların ağzından kocaman kamyonlara düzenle sıralanan kutulardan birini çekiyor gibi en altından alışıyorum buna da, bu fırtınaya da bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya çünkü bu hep böyle oluyor her zaman.
derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri! bir parça şarabım var altından yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça yani bak kısa yoldan bir toplam nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından düzlere vursam düzlerden dağlara vursam dağlardan önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan öyleyse de bana, nasıl anlamam tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan o “her şey” kelimesi gibi anlamı bitmek olan nasıl anlamam ben kendimi işte hey park bekçisi serseri bir parça şarabım var altından çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı – hani ben memurdum yanlarında – gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da her şeyi nasıl teptim, bilmez mi oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber eliyle dürterekten yanındaki erkeği beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi.. gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi o cansız, o soluk kilise resimleri gibi bir tanrı duruyordu, az ötelerde mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni